Bursa Barosu Başkanı Avukat Metin Öztosun, Türkiye’nin gündemini sarsan kadın cinayetleri ve kadına şiddet ile ilgili baronun hukuksal mücadele verdiği mesajını verdi. Başkan Öztosun, çözüm noktasında kadın ve erkeğin mutlak eşitliğinin sağlanması gerektiğini ifade etti.
GÜLİN ÖZDEMİR – CANSU ÖZDEMİR / BURSADA BUGÜN (BURSA İGFA)
Bursa Barosu Başkanı Avukat Metin Öztosun, son günlerde Türkiye’nin gündemini sarsan kadın cinayetleri ile ilgili kendisinin ve Bursa Barosu’nun kadın haklarına yönelik çalışmalar üzerinde durduğu ve bu davaların takibinin yapıldığı mesajını verdi.
Türkiye Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile feshedilen İstanbul Sözleşmesi’nin, kadın haklarına yönelik koruyucu ve şiddet önleyici bir sözleşme olduğunu ifade eden Başkan Metin Öztosun, kadın ve erkek eşitliğinin bir anlayış biçimi olduğunu, bu sözleşmenin kaldırılmasının kadın cinayetlerinin artmasında önemli bir etkisi olduğunu ifade etti.
Tarikatların ve geleneksel yapının İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasında rol oynadığını belirten Öztosun, artan kadın cinayetleri ile ilgili ifadelerinde şu sözlere yer verdi; “Kadın cinayetleri son dönemde hızla artmaya devam ediyor. Bu bir anlayışın yarattığı iklim, bizim de karşı durduğumuz bir iklim. Bunun özünde kadın ve erkek arasındaki hukuki ve fiili eşitliğin sağlanmaması yatıyor. Kadına bu eşitliğin sağlanmaması sebebiyle halen bir ‘meta’ gözüyle bakan anlayıştan kaynaklanıyor. 2012 yılında imzalanan İstanbul Sözleşmesi ile beraber, 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasası yürürlüğe girmişti. Aslında şöyle baktığımız zaman, İstanbul Sözleşmesi, 6284 Sayılı Kanun’un dayanağı olan bir uluslararası sözleşme. Kadına karşı şiddetle alakalı, özel olarak kadın ve kız çocuklarına karşı, aile içi ve aile dışı gerçekleşen şiddete yönelik uluslararası tanımlanan, koruma alanlarının ve koruma tedbirlerinin gerçekleşmesine olanak sağlayan, denetleme yolu açan bir sözleşme. İstanbul Sözleşmesi’ni, Türkiye’de İstanbul’da imzaya açıldığı için imzalayan ülkelerden biriydik. 11 Mayıs 2011’de imzaya açıldı ve büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. O zaman Avrupa Birliği perspektifi sebebiyle bu coşkuyla imzalanan sözleşmenin hemen akabinde, 6284 Sayılı Yasa, İstanbul Sözleşmesi’nin belli hükümlerini, koruma hükümlerini de içine alarak kadına aileye karşı şiddetin önlenmesine dair olarak yürürlüğe girdi. Yıllar içerisinde çeşitli önlemler alınarak belli gelişme süreçleri sağladı, bu gelişmeleri gözardı edemeyiz. Ancak mesele sadece kanunun olması değil, kanunun uygulanması ve uygulanmasına olanak sağlayacak zeminin ve düşünce ikliminin oluşması. Engelleyeci faktörlerle bu düşünce iklimi oluşturulmadı. Bunun içerisine çeşitli tarikat yapılanmaları meydana geldi. Tarikat yapılanmalarının haksız yere İstanbul Sözleşmesi’ni suçlayarak bunu farklı boyuta çekmesi ve bu sözleşmeden çıkılması konusunda siyasi iradeye karşı yoğun bir baskısı neticesinde bu sözleşmeden çıkıldı. Bu sözleşmeden çıkılması, 6284 Sayılı Kanun’un aslında uluslararası bir dayanaktan yoksun kalması anlamına geliyor. Aynı bizim İç Hukuku’muzda insan hakları ihlallerinin gerçekleştiği zaman, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurulması örneğinde olduğu gibi. Son zamanlarda buna karşı bir direnç, bu mahkeme kararlarının tanınmaması gibi sonuçlar doğdu. İstanbul Sözleşmesi’nde her ne kadar bir mahkemeye başvurma durumu olmasada, ilerleyen dönemde bununla alakalı koruma tedbirleri ve uluslararası mahkemeler önüne de götürülebilme imkanının olanak sağlanması tartışılıyor. İstanbul Sözleşmesi korumasından çıkınca, bu zihin yapısı daha da alevlendi. Kadınla erkek arasındaki eşitliği istemeyen, kadını eve hapseden, çalışma hayatından uzak tutun, sosyal alanlarda olmasını istemeyen bir zihniyetin önünü açmış oldu. Bu bir zihin yapısı, böyle bir iklim oluşturuyor. Bu iklimin sonucunda da insanlardaki anlayış farklılaşıyor ve bu tür cinayetler ortaya çıkıyor. Bizler cinayetleri her halükarda sonuçlar üzerinden tartışıyoruz ama bakıldığı zaman bu cinayetlerin sebepleri var. Toplumsal, psikolojik ve siyasal sebepleri var. Biz bunların hepsinin farkındayız ve bunlarla da hukuksal alanda mücadele ediyoruz. Davaların takiplerini yapıyoruz, bu davalarda mağdur olan ailelerin, şiddete uğrayan insanların davaların takip ediyoruz. Avukatlık Kanunu’nun 76’nci ve 95’nci maddeleri gereğince hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını korumak baroların vazifesi. Bu sebepten dolayı, bu haklarla alakalı, hakların geliştirilmesi ve uluslararası düzeyde de tescil edilebilmesi için mücadelemizi sürdürüyoruz.”
“ASIL YETERSİZLİK CEZA DEĞİL, İNFAZ ETMEMEK”
“Türk Ceza Kanunu’na baktığımız zaman, kadına karşı şiddet, kadına karşı cinsel istismar, çocuğa karşı istismar vakaları ile alakalı yeterli ve sert cezalar mevcut” diyen Öztosun sözlerine şöyle devam etti; “Cezaların daha da sertleştirilmesi bir şeyi engelleyen bir husus değil. Yeteri kadar ceza var ancak asıl problem infaz cezalarında infaz etmemek. Örneğin 4 yıla kadar ceza alındığında herhangi bir hapis yatmadan dışarı çıkarsınız veya bu 4 yıla kadar kısmı infaz yasasından faydalanılır. Yani genel itibari ile ceza pratiğimiz cezalandırılmama ve infaz etmeme üzerine. Bu durum da sürekli gelişen bir oranda genişliyor. Cezaevleri suçlularla dolu ve bunların bir an önce infazının yapılıp şartlı tahliye ile çıkartılması gibi bir mantıktan hareket ediliyor. ‘Bir ceza işlerim, kısa sürede yatarım, çıkarım’ mantığı ile hareket ediliyor. Bundan dolayı cezalarda değil infaz konusu ile ilgili sıkıntılar var. Bir de en önemlisi anlayışta sıkıntılar mevcut. Kadınla erkek arasındaki eşitliğe tam anlamıyla erişilemiyor. Anayasamızda kadınlara pozitif ayrımcılık yapan hükümlerimiz var. Bu hükümler anlayış olarak da hukuk makamları ve güvenlik makamları haricinde, ilkokuldan başlayarak tüm seviyedeki insanların bilincine yerleşmesi gerekiyor. Kadın ve erkek arasındaki hukuki ve fiili eşitliği sağladığımız anda bu sorunların çoğu kalkacak. Bizim esas meselemiz bu eşitliğin sağlanması, kadınla beraber erkeğin aynı çizgide ve aynı haklarla beraber yürümesi, erkeğin kadına bir ‘mal’ olarak bakmaması. Erkeklerin, ‘kadın benimdir, benim değilse toprağındır’ anlayışının sonsuzluğa kadar gömülmesi gereken bir anlayış olduğunu biliyoruz. Bu anlayışlarla mücadele ediyoruz. Bunlar töredir, gelenektir. Hukuk anlamında bu geleneklerle de mücadele ediyoruz. Bunların da tarihin çöplüğüne gitmesi gereken gelenekler olduğunu düşünüyoruz. Özellikle çocuk yaşta evlilikler hassas noktamız. Geçtiğimiz günlerde, okul çağında olan bir kız çocuğumuz katledildi. Okula gitmesi gerekirken nişanlandırıldı ve sonra da bir cani tarafından katledildi. Tabii biz sonuçlar üzerinden haberdar oluyoruz. Sadece katledildiği zaman haberdar oluyoruz. Bize, yargı makamlarına birçok olay yansıyor. Hepsi katledilmeye varmıyor ama sürekli rahatsız edilme, taciz edilme ve kasına yönelik şiddet olayları çok fazla. Bu genel itibariyle bir anlayışın ürünü. Biz bu zihin yapısı ile mücadele ediyoruz. Kadınla erkek arasındaki hukuki ve fiili eşitlik sağlanana kadar da mücadelemize devam edeceğiz.”
“EŞİTLİK BİLİNCİ AİLEDEN BAŞLAR”
Kadın ve erkeğin eşit olduğunu anlamak ve anlatmak için temel eğitimin aile kurumu içerisinde verilmesi gerektiğini belirten Öztosun, kadınların evdeki rolünün ev işi olmadığını ve ebeveynlerin kız çocuklarına ev işi öğrenme konusunda baskısı kurduklarını söyledi. İlkokul, ortaokul, lise seviyelerinde kadın-erkek eşitliği hakkında eğitimler verilmesinin, eşitlik bilincini daha kolay oluşturacağını söyleyen Öztosun, modernleşmenin töre ve geleneklerden uzaklaşarak oluşabileceğini şu sözleriyle ifade etti; “Kadın ve erkek yasalar üzerinde aynı haklara sahip ancak normal hayata geldiğimizde aynı şeyi söyleyemiyoruz. Aile içerisinde de ev işlerini kadın ve çocuklara yaptırıyorlar. Ev işlerini kız çocuğuna öğretiyorlar ama erkek kenarda duruyor. Aslında temel eğitim ailelerden başlar. Anne ve babalardan başlar. Evde mutlak bir eşitliğin olduğunu, her işin herkesin yapması gerektiğini, işlerin birinin üzerinde farz olmadığını, ikisinin de insan olarak eşit halalara sahip olduğunun bilincinin yerleştirilmesi lazım. Bu aileden başlıyor. Daha sonra ilkokul, ortaokul, lise düzeyinde de sürekli tekrar edilmesi gerekiyor.
Sevindirici olan bir şey var. En azından bunun farkında olan toplum kesimleri mevcut ve bunun hukuksal, eğitimsel mücadelesini yapıyorlar. Eğitim alanında da yapan kurumlarımız var. Bu bir genel anlayış, çok da kolay değiştirilebilen anlayışlar değil. Biz bir Ortadoğu ülkesiyiz. Ortadoğu ülkesi olmaktan kaynaklı bazı ‘töre’ ve ‘gelenek’ yapılarımız mevcut. Bu yapıların değişmesi gerek. O tarikat ve gelenek kültüründen kurtulmamız ve modern bir ülke olmamızla ancak yapılabilecek bir şey. Cumhuriyet bunu hedefleyen bir proje. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan itibaren bu modernleşme projesini, kadınla erkeğin aynı alanda, aynı eşit şartlarda yürümesini hedefleyen bir proje. Bu projeye sadık kalarak devam etmemiz gerekiyor.”
Yorumlar