Prof. Dr. Neşe Özgen, mültecilere yönelik ulusal ve uluslararası resmi politikaları değerlendirerek bu politikaların mültecilerin statülerinin belirlenmesinde, emek sömürüsünde ve mülteci düşmanlığının ortaya çıkmasındaki rollerini anlattı.

Şüheda DOĞAN (BURSA İGFA)- Mülteciliğin statüsünü belirleyen uluslararası antlaşmaların, mültecilerin bugün karşılaştıkları sorunları neden çözemediğine, mültecilik ve hukuk kişisi olma sorunundan bahseden Prof. Dr. Neşe Özgen, ” Göçün son yüzyıldaki tanımı ağırlıklı olarak ulus devletlerin sınırlarını pekiştirmek görevini görüyor. Bu pekiştirme iki yönlüdür: Göç edenin sınır dışına çıktığı andan itibaren düşmanlaştırıldığını, öte yandan göçle gelenin de aynı şekilde hain, düşman, vatan haini hatta tüm suçların müsebbibi ilan edildiğini görüyoruz. Vatandaşların devletleriyle bağları giderek soruşturma ve pazarlık hakkından çıkıp, biat etmeye yönleniyor. Kağıttan kimlikler kırılganlaşıyor, vatandaşı olduğumuz devlete itaat giderek daha çok kölelik anlaşması haline geliyor: Vatandaşlar, artık devletin koyduğu isimlere biat etmekle yükümlüdür çağımızda. Neo-liberal piyasa olarak adlandırdığımız bu yapı bir yandan sömürüyü kimlik düzeyine indirgedi, diğer yandan o güne dek görülmemiş bir atomize bireyciliği yücelterek “yaratıcı birey” piyasasını evrenselleştirdi, en önemlisi devletlerin kapitalist sistem yönetimini de esnek çalışma ve esnek üretim rejimiyle, hem de uluslararası boyutta tahkim etti.

Bundan sonra evrensel insan hakları ve demokrasi savunusunu yapan sendikaların ve uluslararası hak alanlarının kapitalist devletler nezdinde bir tehdit oluşturma şansı ortadan kalktı. Şimdi zamanın bakışına sıkışarak “mültecilik sorununa” indirgediğimiz olgunun temelinde kapitalist piyasaya göre üretmeyen emeğin “insan” kategorisinden çıkartılması vardır ve başlangıcı 90’lara dayanır. 90’lı yıllar, 1970’lerdeki yükselen halk hareketlerinin zoruyla kurulmuş ve insan hakkı savunma savlarını temele almış olan uluslararası kurumların çöküşüyle sonuçlandı. Bu “harika bireyin de kendi hakkını savunacak kadar yetkin olduğu, başına gelenlerin sorumluluğunu alabilecek kadar nitelikli ve esnek olduğu” savı 2000’lerin sonundan itibaren de “yaratıcı işgücü piyasası”nın temel mottosu ve ortak kabul alanı” ifadelerini kullandı.

Özgen, “Uluslararası düzeyde değindiğimiz mültecilik statüsü ile beraber Türkiye’de resmi göç politikalarının nasıl işlediğine ve bu politikaların toplumda nasıl bir karşılık oluşturduğuna bakıcak olursak, diğer bir deyişle kağıtsızların statüleri şöyle en üstten alta doğru sıralanabilir: Mülkü, parası, pasaportu olan erkek, Sünni, Arap grupları en üstte; Ezidi, Şafi veya başka dinden olan ve mezhebi farklı Müslümanlar, Kürtler ve kadınlar altta” dedi.

Özgen, “Mültecilere yönelik politikalar geldikleri ülkeler, sınıfsal konumları, ırkları, dinleri, mezhepleri, yaşları ve cinsiyetleri gibi birçok durum göz önüne alınarak işliyor. Son Afgan göçüyle birlikte haberlerde ve sosyal medyada, “Afgan genç erkekler”, “sınır namustur” gibi söylemlerle Afganlı mültecilerin potansiyel tehlike olarak işaretlendiklerini gördük” tutumuna karşı, “Bu modern devletlerin uygun gördüğü tüm “vatandaşlık rejimleri” aynı zamanda emeğin ve sermayenin akışını da denetleyen tüm ülkeler açısından da onaylandı. Böylece, göçmen- mültecilerin hem çıkış ülkelerinde hem de varış yerlerindeki statüleri “iki kere istenmeyen” ve “güvenlik açısından tehlikeli” olarak kodlandı ve meşrulaştı” dedi.

“En kırılgan konumda olan mülteciler ve göçmenler birer hiç ilan edilme ihtimali ile her an karşı karşıyalar. Peki bu kırılganlığın içinde hem mülteci hem de kadın olmak nasıl bir belirleyendir” sorusuna yanıt veren Prof. Dr. Neşe Özgen, “Kadınların ve çocukların kendi iradeleriyle yaşama katılmaları mümkün olduğunca çok taraftan ve çok yönlü kırılmaya çalışılır, emeklerine el konulur, gelecek planları itinayla tahrip edilir ve nesneleştirilir. Bu yolla yeni devletin otoriteleri kadın ve çocuklar aracılığıyla erkeğe hem boyun eğdirmeye çalışır hem de eğer boyun eğerse onu taltif ederek yanına çeker.

Mülteci kadınların ve çocukların kendilik alanları hem yeni geldikleri devletlerin otoriteleri tarafından hem de bu otoriteyle olabildiğince hızla bütünleşerek kendilerini güvenceye almaya çalışan kendi patriyarkal alanları tarafından hızla işgal edilir, istismar edilir ve yok edilir. Kaldı ki, mülteci- göçmenlerin çoğunluğu resmi olsun olmasın kendi ülkelerindeki bağları hala taşıdıkları için patriyarkal yapılar hem kadınlar ve çocukları mallaştırarak bu pazarlıkta da güçlü olmak isterler, hem de emek ve üretimlerine el koyarak her iki taraftaki pazarlıklarını güçlü tutarlar. Güçlü patriyarkal bağlar erkeklerin hem geri dönebilme hem de bulundukları yeni yerde yerleşebilmelerinin garantisidir” dedi.

Tüm göçmenlerin Suriyeliye, onların da toptan bir zavallı statüsüne indirgenmiş olması çok büyük bir bulanıklık yaratmaktadır. Millet de devlet de kağıtsızları ancak yoksul, zavallı, masum, kadın ve çocuk hatta o zaman da mutlaka ölü olabilirlerse benimseyebilmektedir” diyen Özgen, “Kağıtsızların toplumda asla bir yer edinmemesi, para sahibi olmaması, mutlaka kovalandıklarında sürülecek kadar çaresiz bırakılmalarına duyulan büyük ihtiyacın arkasında; ırkçılığın çok büyük etkisi vardır.Öte yandan Suriye göçmenlerinin homojen olmadığını, kendi ülkelerinde birbiriyle çatışan gruplardan olduğunu biliyoruz.

Nasıl ki sınıfsız, imtiyazsız ortak bir kitle olarak bir Türk milletinden söz edilemez ise, Suriye için de bu böyledir. Bilindik bir konu olmasına rağmen tekrarlamakta yarar var: 2016 yılı Türkiye’deki mülteciler için bir dönüm noktasıdır. Zira ancak bu tarihte AB’ni zorlamasıyla kağıtsızların tam sayısına ulaşabilmek mümkün olmuştur. Ancak yine de bu sayının aldığı yardımlar, Türkiye’nin eriştiği göçmen yardımı bütçesinin hangi kesimlere ve hangi STK’lara harcanmış olduğu, ana programlar vb. pek çok veride belirsizlikler vardır. Sağlık, geçim, barınma, eğitime ulaşma, gelecek planlamak için özgüven kazandırma, toplumsal cinsiyet hakları, çalışma ve seyahat hakları vb. pek çok yaşamsal konuda çok büyük belirsizlikler vardır. Daha önemlisi mülteciler/kağıtsızlar kendileri için verilen kararlarda söz ve temsil hakkından neredeyse tamamen yoksundurlar” şeklinde konuştu.